İçimizdeki Şeytan- Sabahattin Ali

  Okuduğum kitaplar konusunda hafızam oldukça zayıftır. Okumamın üstünden 4-5 geçmesine rağmen hafızamda bazı satırlar bırakan ender yazarlardan biridir Sabahattin Ali. Bazen aynı tadı almaktan sıkılır bırakırım bir yazarı okumayı. Sabahattin Ali'nin her kitabından aldığım tat apayrıydı. En beğendiğim kitabı olmamasına rağmen ara ara daha dikkatlice okudum "İçimizdeki Şeytan"ı da.

Nedenini ilk kitabını okurken anlayamadığı İçimizdeki Şeytan'ı okurken ara ara daha çok anlam verebildiğim bir şekilde bolca eleştirilmiş bir yazar Sabahattin Ali. Zayıf karakterli Ömer'i küçümsemekten yermekten çok, sözde kültürlü ve "aydın geçinenlerin" küçük,loş ve anlamsız dünyasına bir eleştiri getirmiştir.
İradesizliğine, acizliğine bir isim takmasına, yaptığı tüm kötülüklerin sorumluluğunu içindeki şeytana yüklemesine izin vermiştir. Ömer karakterinin kusurlarını kendinde hissetmesinden ötürü olmalı ki onun kusurlarını,sorumsuzluklarını çok güzel izah edebilmiş ancak uzak durduğu "aydın" kesimden uzak durmuş, onların kusurlarını karanlıkta bırakmıştır.


Ömer'in dediği gibi bizlerin depresyon kelimesine sarıldığı gibi Sabahattin Ali de içindeki şeytana sarılmıştır:
"Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve cani ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takma merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın. İşte ondan sonra mucize baslar. Şiddetli bir rüzgar ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pir deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabin, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kağıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgar, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgarın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur. Kalk iki gözüm, iskeleye geldik. Günün birinde ya çıldıracağız ya dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim."

Peki ya biz neden artık kimselere güvenemiyoruz? Başkalarının kötü ruhlarıyla karşılaştığımız için mi yoksa kendimize itiraf edebildiğimiz kadarıyla kendimizle yüzleşebildiğimiz için mi?
“Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam, başkalarının temiz olacağına inanabilir mi ?” 
Keşke kısa ömrüne daha fazla roman sığdırabilseydin Sabahattin Ali...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GALAKSİ TAKSİ

Twitter Fenomenleri

Suzan Defter