Nietzsche Neden Ağlıyor?
Yalnızlık, sevgisizlik, umutsuzluk sadece kıyıda köşede kalmış insanlar için midir? Yoksa en özendiğimiz insanların bile içinde bulunduğu bir durum mudur?
Irwin D. Yalom'un "Nietzsche Ağladığında" romanı pek çok güzel diyoloğu içinde barındıran güzel bir psikolojik kurgu romanıdır. Peki aslında Nietzsche bize ne söylüyordu?
Nietzsche onu terk eden, ona acılar çektiren kadın (Lou Salome) 'nin Viyana'lı bir doktordan (Breuer) yardım istemesiyle haberi olmadan bir tedavi sürecine girmiştir. Doktor Nietzsche'nin fiziksel rahatsızlıklarının temelinde ümitsizlik duygusunun yattığına inanmaktadır. Nietzsche tedavi sürecini tek bir şartla kabul eder o da Breuer'in acılarına son vermek için ona yardımcı olacaktır. Çünkü Breuer de bir zamanlar hastasıyla yaşadığı ilişkinin saplantıya dönüşmesine engel olamamıştır.
Romanın bundan sonraki kısımlarında Breuer ve Nietzsche'nin, Breur ve Freud'un psikolojik diyologları yer almaktadır.
İlgi çekici tanımlamalardan biri de şehvet üzerineydi. Aşk acısı ya da sevgi olarak tanımladığımız duyguların yerinde olan şehvet duygusu belki de pek çok insan için bir nevi yalancı bir duyguydu.
İnsanı yanıltan hatta ele geçiren bir özelliği vardı. Breuer'in de hastası Bertha'ya olan tutkusu ve anılarına olan bağlılığını Nietzsche şöyle tanımlamıştı.
"... Duyduğu ham bir korkuydu ve dayanılmazdı; ancak günün birinde şehvetin korkuyu azalttığını keşfetti. Bu yüzden şehvetin zihnine girmesine seve seve izin verdi ve o şehvet, o acımasız rakip, başka bir düşünceye yer bırakmayacak biçimde bu adamın zihnini kapladı. Ama şehvet düşünemez; yalnızca arzular ve hatırlar. Böylece bu adam, içinde şehvet duygularıyla o sakat Berthe'dan anılar toplamaya başladı. Artık uzağa bakmıyor, yalnızca Bertha parmaklarını, ağzını nasıl oynattı, nasıl soyundu, nasıl dile geldi, nasıl dili tutuldu, nasıl yürüdü, nasıl topalladı gibi mucizeleri hatırlamakla harcıyordu zamanını."
Çevremizde onlarca insanın varlığı bile bizi yalnızlık hissinden kurtaramaz bazen. Eğer insan kendini yalnız hissediyorsa çevresinden önce kendiyle iletişim kurmaya geçmeli diyordu Nietzsche;
"Biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin. Eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız. Yalnızca bir kartal gibi yaşayabilen insan, kimsenin kendisini seyretmesine ihtiyaç duymadan başka birine sevgisini verebilir; yalnızca o zaman o insan bir başkasının büyümesi ve gelişmesiyle ilgilenebilir."
Bunları dile getiren Nietzsche de yalnızdı. Peki o neden acı çekiyordu? Söylediklerinin anlaşılmadığını düşündüğü için mi? Hayır. O ancak yıllar sonra eserleri sayesinde anlaşılabileceğini iyi biliyordu. Belki biricik Salome'si onda bu katlanılmaz yalnızlık hissini ona bırakıp gitmişti.
Breuer ise herkesin özendiği hayat içinde mutsuzdu. Ölümden korkuyordu, hayatının geri kalanında nasıl bir hayat yaşayacağını biliyordu. Sanki özgür iradesini kullanıp aldığı kararların hayatının gidişatını etkilemeyeceğinden korkuyordu. Ama tüm hayatının en ilginç tarafı zincirlerinden tamamen kurtulduğunda bile aynı hayatı seçeceğini ancak özgürlüğüne kavuştuğunda anlayabildi.
Gerçekten yaşadığımız hayat tüm değişkenler bizim kontrolümüzde olsaydı da benzer şekilde yaşanır mıydı? Yoksa biz kaderin bize çizdiği yolda başkalarının doğrularıyla mı yaşıyoruz?
Irwin D. Yalom'un "Nietzsche Ağladığında" romanı pek çok güzel diyoloğu içinde barındıran güzel bir psikolojik kurgu romanıdır. Peki aslında Nietzsche bize ne söylüyordu?
Nietzsche onu terk eden, ona acılar çektiren kadın (Lou Salome) 'nin Viyana'lı bir doktordan (Breuer) yardım istemesiyle haberi olmadan bir tedavi sürecine girmiştir. Doktor Nietzsche'nin fiziksel rahatsızlıklarının temelinde ümitsizlik duygusunun yattığına inanmaktadır. Nietzsche tedavi sürecini tek bir şartla kabul eder o da Breuer'in acılarına son vermek için ona yardımcı olacaktır. Çünkü Breuer de bir zamanlar hastasıyla yaşadığı ilişkinin saplantıya dönüşmesine engel olamamıştır.
Romanın bundan sonraki kısımlarında Breuer ve Nietzsche'nin, Breur ve Freud'un psikolojik diyologları yer almaktadır.
İlgi çekici tanımlamalardan biri de şehvet üzerineydi. Aşk acısı ya da sevgi olarak tanımladığımız duyguların yerinde olan şehvet duygusu belki de pek çok insan için bir nevi yalancı bir duyguydu.
İnsanı yanıltan hatta ele geçiren bir özelliği vardı. Breuer'in de hastası Bertha'ya olan tutkusu ve anılarına olan bağlılığını Nietzsche şöyle tanımlamıştı.
"... Duyduğu ham bir korkuydu ve dayanılmazdı; ancak günün birinde şehvetin korkuyu azalttığını keşfetti. Bu yüzden şehvetin zihnine girmesine seve seve izin verdi ve o şehvet, o acımasız rakip, başka bir düşünceye yer bırakmayacak biçimde bu adamın zihnini kapladı. Ama şehvet düşünemez; yalnızca arzular ve hatırlar. Böylece bu adam, içinde şehvet duygularıyla o sakat Berthe'dan anılar toplamaya başladı. Artık uzağa bakmıyor, yalnızca Bertha parmaklarını, ağzını nasıl oynattı, nasıl soyundu, nasıl dile geldi, nasıl dili tutuldu, nasıl yürüdü, nasıl topalladı gibi mucizeleri hatırlamakla harcıyordu zamanını."
Çevremizde onlarca insanın varlığı bile bizi yalnızlık hissinden kurtaramaz bazen. Eğer insan kendini yalnız hissediyorsa çevresinden önce kendiyle iletişim kurmaya geçmeli diyordu Nietzsche;
"Biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin. Eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız. Yalnızca bir kartal gibi yaşayabilen insan, kimsenin kendisini seyretmesine ihtiyaç duymadan başka birine sevgisini verebilir; yalnızca o zaman o insan bir başkasının büyümesi ve gelişmesiyle ilgilenebilir."
Bunları dile getiren Nietzsche de yalnızdı. Peki o neden acı çekiyordu? Söylediklerinin anlaşılmadığını düşündüğü için mi? Hayır. O ancak yıllar sonra eserleri sayesinde anlaşılabileceğini iyi biliyordu. Belki biricik Salome'si onda bu katlanılmaz yalnızlık hissini ona bırakıp gitmişti.
Breuer ise herkesin özendiği hayat içinde mutsuzdu. Ölümden korkuyordu, hayatının geri kalanında nasıl bir hayat yaşayacağını biliyordu. Sanki özgür iradesini kullanıp aldığı kararların hayatının gidişatını etkilemeyeceğinden korkuyordu. Ama tüm hayatının en ilginç tarafı zincirlerinden tamamen kurtulduğunda bile aynı hayatı seçeceğini ancak özgürlüğüne kavuştuğunda anlayabildi.
Gerçekten yaşadığımız hayat tüm değişkenler bizim kontrolümüzde olsaydı da benzer şekilde yaşanır mıydı? Yoksa biz kaderin bize çizdiği yolda başkalarının doğrularıyla mı yaşıyoruz?
Yorumlar
Yorum Gönder